Kıyametin Öyküsü

18-07-2022 12:31

"KIYAMET”İN ÖYKÜSÜ: İSPANYOL İÇ SAVAŞI

İspanya İç Savaşı 20. yüzyılın siyasal-toplumsal olayları içinde tarihçilerin en çok işledikleri konulardan birisidir. Hüzünlü ancak zamanında ve sonrasındaki etkileri, yansımaları bakımından çok değerli derslerle dolu bir temadır.

İspanyol devleti antik dünyanın (İlk Çağ’ın) tartışmasız egemeni olan görkemli Roma İmparatorluğu’nun, onun köleci üretim biçimine dayalı ekonomik, politik, ideolojik pratiklerinin, bir başka deyişle, sosyal formasyonunun çözülmesi sonucunda "Batı Roma”nın mirasçısı olarak oluşmuştur. Akdeniz ve Avrupa’nın diğer ucunda "Doğu Roma”nın halefi sayılabilecek Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte 17. yüzyıl sonuna kadar Avrupa’da hâkim devlet olarak hüküm sürmüşler; bir yandan sürekli genişlerken diğer yandan da birbirleriyle kapışmışlardır. Bu süreçte, "ulusal bütünlük” oluşturmadan, "ulus devlete” dönüşemeden aynen Osmanlı’da olduğu gibi "fütuhat” (fetihleri) sayesinde toplumsal-siyasal yapının dayanaklarını yeniden üretebilen İspanya’da mutlak monarşi, pre-kapitalist ayrıcalıklar devlet düzeyinde hep yeniden üretilebilmiş ve demokratik (burjuva) bir dönüşüm ve sanayi devrimi yaşanmamıştır. Etnik köken ve çeşitli dil farklılıklarının olduğu ülkede "asabiyet bağı” hep, esas olarak dinsel inanç (Katoliklik) üzerinden kurularak sürdürülmek istenmiştir. Yenilenen üretim teknikleri ve yavaş da olsa değişen tüketim kalıplarına koşut olarak tedrici bir biçimde oluşan kapitalist üretim ilişkileri, başka yörelerdeki köklü dönüşümleri de izleyerek artık başat konuma erişen emperyalist güçlere bağımlı olarak gelişmiş, İspanya çağına göre gerilerde kalmıştır. Demokratik bir dönüşümün koşulları İspanya’da egemen olamadığından merkezî monarşik devletin baskı ve şiddet uygulamaları nedeniyle esasen toplumsal entegrasyona engel olan etnik kökenli "ulusal sorunlardan” kaynaklanan yaygın ayrışma girişimlerine, sınıf temelli karşıtlıkların dile getirilmesi de eklemlenmiştir. Sonraki yıllara damga vuran ilginç bir nokta; İspanya’da ağızlardan eksik edilmeyen "şanlı zaferlerimiz” vurgulu öykülerin yerini, böyle gelişmeleri yansıtırcasına uğranılan yenilgileri değerlendirirken dile getirilen düşmanlara "kahramanca direniş”(!) anlatılarının almasıdır.

Gerileme dönemi başlayan, Batı Avrupa’da egemen/hegemonik konumunu yitiren İspanya bir de 19. yüzyıl açılırken Fransa’nın işgaline uğramış ve sekiz yıl boyunca bir "kurtuluş savaşı” vermek zorunda kalmıştır. Böylece, Batı Avrupa’nın diğer yörelerinden esasen püskürtülmüşken şimdi de Portekiz üzerindeki vesayetini de yitirmiştir.

Çok önemli ve uzun erimde de etkileri süren olaylarla dolu bir "geçiş” dönemi olduğu kabul edilen 19. yüzyıl, Avrupa odaklı kanlı savaşımların verilip, sömürgecilikten emperyalizme doğru adımların atıldığı yıllardır. 19. yüzyıl hemen her yerde olduğu gibi İspanya’da da köklü değişmelerin yaşandığı, ilginç denemelerin yapıldığı bir dönem olmuştur. Bir sonraki 20. yüzyılda ülkeyi tüm insanlık tarihinin en kanlı iç savaşına ve Batı Avrupa’nın niteliği hâlen tartışılmakta olan uzun "faşist” diktatörlüğüne götüren yolun taşları esas itibarıyla bu 19. yüzyılda döşenmiştir. Geçen yüz yıllık sürede İspanyol devletinin yapılanmasına paradoksal olarak önemli ve olumlu sayılabilecek kimi değişmeler de getiren yoğun çatışmalar, 109 hükûmet ve/veya rejim değişikliği ile sonuçlanan darbeler ya da darbe girişimleri yaşanmıştır. 20. yüzyıla ise kalıcı bir "istikrara” artık ulaşıldığına inanılarak girilmiş; belirli demokratik hak ve özgürlüklerin siyasal yaşamda vazgeçilemeyecek temel bir öge olduğu önemli ölçüde kavranmıştır. Belki de ulaşılan böyle bir kavrayışın etkisiyle İspanya Birinci Dünya Savaşı’nın dışında kalabilmiştir. Bununla birlikte İspanya da birinci büyük "paylaşım” savaşını izleyen günlere "modernleşme” gereksinimlerine ayak uyduramayacak arkaik bir ekonomik yapı ve işlerliği birçok bakımdan zedelenmiş bir siyasal sistem ile adım atılmıştır.

20. yüzyılın ilk çeyreğinde dünyanın değişen koşullarında genel ya da yerel tüketim talepleriyle körüklenerek siyasal yaşama ağırlık koyan, emperyalist dünya ile yakın bağlantılar kuran İspanyol iş ve finans çevreleri ile bunlarla temelde uzlaşmaz bir çıkar karşıtlığı olmayan muhafazakâr/geleneksel sınıflar aynı saflarda durmaktaydılar. Karşı saflarda ise bundan böyle ülkede önemli bir temsilî gücü oluşan ve kuramsal/doktriner düzlemde güçlü örgütlenmeler gerçekleştiren "cumhuriyetçiler”, "sosyalistler” ve "anarko-sendikalistler” ile etnik temelde özerklik taleplerini yüksek sesle dile getirenler yer almaktaydılar. 1930’lu yıllar başladığında İspanya siyasal olarak iki ayrı cepheye bölünmüş durumdadır.

İç ve dış konjonktürün sunduğu maddi olanakların kendileri açısından hiç de uygun olmadığı bir ortamda demokratik "Halk Cephesi”nde (Frente Popular) birleşen; karşı karşıya oldukları tüm zorluklara rağmen geniş kitlesel destek oluşturan Cumhuriyetçiler baskıcı bir ortamda yapılsa da seçimlerde oldukça rahat bir çoğunluk kazanarak "Cumhuriyet”i (II. Cumhuriyet) ilan etmişlerdir. Seçimlerin açık ara kaybedeni ise reaksiyoner /faşist ve muhafazakâr sağ kanat partilerin birleştikleri "Milliyetçi Cephe” (Frente Nacional) olmuştur. Cumhuriyetin ilanından sonra demokratik köklü reformlar başlamış ve demokratik kazanımların konsolidasyonu konusu sadece İspanya’da iktidar mücadelesinin değil, demokrasi bağlamındaki tüm uluslararası kapışmaların bir arenasına dönüşmüştür. O kadar ki, bu gelişmelerin sonucu olarak başlayan İspanyol İç Savaşı, birçok değerlendirmede İkinci Dünya Savaşı’nın genel bir "provası” olarak nitelendirilir.

Geçmişte İspanya’da ordunun siyasi yaşama müdahalesi, bir askerî otoritenin hükûmete bir "pronunciamento” (muhtıra) vermesiyle başlar, hükûmetin istifasıyla siyasal otorite el değiştirirdi. İstenilen istifa gerçekleşmez ise arkadan askerî darbe gelirdi ve sonuca ulaşılırdı. General Francocu ayaklanma (Alzamiento) ise İspanya tarihinde ilk kez ülke çapında genel bir direnişle karşılanmış, meşru hükûmet ülkenin çok daha geniş bir kesiminde egemenliğini sürdürebilmiştir. Sonuç, uzun ve çok kanlı bir iç savaş olmuştur. "Marksistlere karşı sınıfsal, masonlara ve dinsel inancı olmayanlara karşı dinsel, ayrılıkçılara karşı milliyetçi” bir savaş başlattıklarını ilan edenler "¡Arriba Espana!” (İspanya Haydi İleri!), "¡Viva la Meurte!” (Yaşasın Ölüm!) ve "¡Partia Une, Grande y Libre!” (Tek, Büyük ve Özgür Vatan!) bağrışmalarıyla "¡Non Passaran!” (Faşizme Geçit Yok!) sloganıyla direnenlere saldırıyorlardı.

André Malraux’nun yerinde bir nitelemeyle adını koyduğu "Apocalypse” (Kıyamet günü) ne yazık ki böyle başladı. Cumhuriyetçiler uzun bir mücadele sonunda kaybettiler, "Francocu (faşist) devlet”in yolu açıldı. Halk Cephesi’nin yenilgisinin tartışılamayacak nedeni, Faşist İtalya ve Hitler’in Nazi Almanya’sının, faşist Salazar’ın Portekiz’inin ayaklanan Francocu güçlere yardımları ve doğrudan silahlı müdahaleleridir. Buna karşın Cumhuriyetçiler, Sovyetler Birliği’nin zamanın koşulları gereği yetersiz kalan yardımları ve oluşturulan uluslararası gönüllü birlikleri dışında kimseyi yanlarında bulamamışlardır. Dahası, başta Birleşik Krallık olmak üzere diğer "Batılı” güçler kayıtsız kalmakla da yetinmemişler, meşru İspanyol devletinin bedelini ödemiş olduğu silahlara ambargo koyarak teslim etmemişlerdir. Ayaklanmaya karşı direniş bir iç savaşa dönüştüğünde, silahları ellerinde tutan General Franco ve cuntası Milliyetçi Cephe içerisinde siyasal girişimin de ana gücüne dönüşmüş ve savaş kazanıldığında totaliter bir yapıyı kolayca oluşturabilmiştir.

Helen Graham’ın elinizdeki bu yapıtı insanlık tarihinin unutulamayacak derslerle dolu trajik öyküsünü çok net bir biçimde sergiliyor. Daha da önemlisi böyle trajik durumların yinelenmemesi için herkese üzerinde düşünerek dersler çıkarılması gereken zemini sunuyor. İspanya’da iç savaş sonrası yaşananlar da en az dehşet dolu savaş dönemi kadar hüzünlü ve o ölçüde önemlidir.

İç savaş sırasında her yönüyle yıkıma uğrayan İspanya’da savaş sonrası uluslararası konjonktürün de uygun olmasıyla Milliyetçi Cephe’nin bileşenleri, ordunun güdümünde, her türden baskı aygıtlarını kullanarak kitlesel kıyımlara başvurup "Francocu” devleti oluşturmuşlardır.[*] İkinci Dünya Savaşı’nda Hitlerci kanatla yakın ilişkilerine karşın İspanya resmî olarak tarafsız kalmış ve büyük savaş sona erdiğinde de savaşı kazanan ittifak tarafından tecrit edilerek Birleşmiş Milletler’e üye olmasına bile olanak tanınmamıştır. Bugün İspanya’da "açlık ve zulüm” yılları olarak anımsanan 1940’lı ve 1950’li yıllar, tüm halk katmanları için kâbus yılları olmuştur. Soğuk Savaş başladığında ABD tarafından tanınan Francocu devlet, Amerikan’ın tüm mali desteğine karşın sürekli yükselen faiz-devalüasyon-enflasyon sarmalına kapılmış ve 20. yüzyılın son çeyreği aşılana kadar kişilere ve dar zümrelere tanınmış (pre-kapitalist ve patriarkal) ayrıcalıklar tasfiye edilemediğinden İspanya ekonomik-siyasal- toplumsal tüm açılardan gelişimini tamamlayamamış geri bir ülke olarak kalmıştır. Tüm bu süreçte Francocu devlet baştan aşağı yeniden yapılandırılmış, "Coudillo” (yön gösteren önder) olarak General Franco, hükûmet ve tek partinin başkanı sıfatıyla sürekli olarak "Todo esta atado y bien atado” (Mealen "Her şey iyi ve yolunda” ) diyerek hep aynı yönü göstermiştir. İspanya 1950’li yıllar sona erdiğinde kapitalist dünya sistemi ile daha derinden bütünleşme adımları atarak Dünya Bankası’na, Uluslararası Para Fonu’na (IMF), Avrupa Ekonomik İş Birliği Örgütü’ne üye olmuş, emperyalist güçlere önemli ölçüde bağlı olma pahasına eski otarşik ekonomi politikaları yerine yeni bir ekonomik istikrar programı uygulamaya başlamıştır. Ekonomide köklü yeni düzenlemeler (regülasyonlar ve deregülasyonlar) yaparak bir kalkınma çabası başlatılmıştır. Tüm dünyada "Petrol Krizi” olarak bilinen krizin patlak verdiği 1973 yılına kadar İspanya’da sınıfsal ve bölgesel eşitsizlikler daha da derinleşirken esas itibarıyla egemen varsıl kesimlere yarayan ciddi bir "makro ekonomik” gelişme yaşanmıştır. Paradoksal olarak söz konusu iyileşmeye karşın hâlâ yoğun baskılar altında yönetilen İspanya’da özgürlük ve demokratik hak talepleri, tüm baskılara karşın, kitlesel eylemlerle dile getirilmeye başlanmış; etnik köken ayrılıklarından kaynaklanan bölgesel özerklik talepleri siyasal yaşamın temel bir sorun alanı olarak iç savaş yılları sonrasında yeniden canlanmıştır. Francocu devletin eskisi gibi devam etmesinin olanaklı olmadığını düşünenlerin sayısı giderek artmıştır. Ortodoks Francocu güçler ise baskı uygulamalarını daha da yoğunlaştırarak tepkiler vermişler; abartılı sloganlarla ülkenin "şahlanmış” olduğundan dem vurmaya devam etmişlerdir. Ödemeler dengesindeki bozulmaya koşut olarak derin bir resesyon yaşanan İspanya’da Franco’nun kötüleşen sağlık durumu da siyasal sıkıntıları artıran başka bir faktör olmuştur. Kasım 1975’te Franco yaşamdan ayrılınca rejimin olduğu gibi devam edemeyeceği iyiye kavranmıştır. Daha illegalite koşullarında programını "ulusal barışma” olarak ilan eden İspanyol Komünist Partisi’nin motorunu oluşturduğu muhalefet hareketi, artık ülke dışından önemli ölçüde ülke içine taşınmıştır. Francocu kurulu yapının sürme olanağının kalmadığı, artık rejimin kimi kurucu figürleri tarafından bile dile getirilmektedir. 1980’li yıllara adım atılırken İspanya’da "Trancision Democratica” (Demokrasiye geçiş) başlamıştır. Çünkü, "İspanya halkı yasalarla yönetilen bir devlet ile hukuk devletinin ayrımına, ayırdına artık ulaşmıştır”.

Demokrasiye geçişin zemini, tabandan gelen baskılarla hazırlanmış, yukarıdan aşağıya başlatılmış, aşağıdan yukarıya gelen baskılarla hızlanmış ve sonuca ulaşmıştır. Sonuç, ulusal bir mutabakatın ürünüdür. Geçici bir geniş koalisyon hükûmeti oluşturulmasında, ayrım olmaksızın herkese siyasal özgürlükler tanınmasında, tüm siyasal tutuklular ve sürgündekiler için tam bir genel af çıkarılmasında, başta Katalonya, Euzkadi (Bask Bölgesi), ve Galiçya olmak üzere tüm ulusal kimliklerin özerk statülerinin tanınması ve İspanya’nın gelecekteki rejiminin nasıl olacağının özgür seçimlerle oluşacak bir kurucu meclis tarafından biçimlendirilmesi konusunda ortak anlayış sağlanmıştır.

1978 yılında halk oylamasıyla kabul edilen ve "La Magna Carta Española” olarak anılan bugünkü anayasa, İspanyol tarihinin silahlar konuşturulmadan, neredeyse tüm toplumsal/siyasal tarafların yapımına özgürce katıldığı bir "mutabakat” (konsensus) anayasasıdır. Demokrasiye geçişin ana parametresi tüm demokratik hak ve özgürlüklerin bölgesel ve ulusal sorun alanlarını kapsayacak bir anlayışla güvence altına alınması olmuştur. Bu sayede artık İspanya’da intikam duygularından, geçmişten kalan hesapları görülmesi isteğinden uzak olarak, çağdaş hak ve özgürlüklerin bir bakıma tadını çıkararak temsilî demokrasinin ilkelerinden oluşan ileri bir siyasal sistem içinde birlikte yaşanıyor.

Günümüzde de İspanya siyasal yaşamı kuşkusuz önemli içerimleri olan çeşitli sorunlardan tümüyle arınmış, dingin bir ortam değildir. İspanya artık gelişkin bir ülke olsa da küresel kapitalizmin neo-liberal politikalarının tüm dünyada üretmekte oldukları çok sayıda önemli ulusal ve uluslararası sorunlarla yüklüdür. Ayrıca hâlen kolayca değişen ittifaklara dayalı karmaşık bir işleyiş içinde azınlık hükûmetleriyle yönetilmektedir. Elbette bu kolay olmamaktadır. Geçmişte kalmış görkemli bir imparatorluğun somut simgelerine her yerde rastlanan İspanya’da geçmişin acıları da unutulmuş olmadığı gibi, görünürlükleri de tümüyle kaybolmamıştır. Bütün bunlara karşın bugün İspanya’da öncelikli yaklaşım, egemen ortak duygu "özgürce ve bir arada” yaşamaktır. Bu nedenle ne intikam duygularına ne de geçmişlerinin "şanlı ecdat” gibi hamasi duygularına yaşamlarında eskisi kadar itibar edilmiyor. İnançlara saygı duyuluyor ama her şeyi ilahi bir gücün belirlediği kadere bağlayarak durumdan vazifeler çıkarılmıyor.

İspanya’da yaşanan kanlı iç savaş ve sonrasının çok hüzünlü öyküsü benzer olay ve oluşumların yaşanmaması için başkalarına ibretlik, çok anlamlı dersler sunuyor. İspanyollar iç savaşın yıkımlarının ve sonrasındaki faşist kıyımların aşılmasının gurur ve mutluluğunu yaşarken, tarihsel tanıklıklarıyla başkalarına da böylesi durumlara düşülmemesi için değerli uyarılar yapmış oluyorlar.

Özgün koşullar, farklılıklar kuşkusuz her zaman önemlidir. "Benim memleketim bir başkadır” diye düşünülebilir. Ancak öğrendikçe durumların tam da öyle olmadığı da görülebilir. Benzer nesnel koşulların, gelişmelerin benzer durumlar oluşturabileceği de akıllardan hiç çıkarılmamalıdır. "Dersler çıkarılmış olsaydı tarih tekerrür etmezdi” denilir. Ama önce ne olduğunu ve nasıl olduğunu öğrenmek, bilmek gerekir. İspanyolların önünde kendilerinden önce yaşanmış bir başka (acı) deneyim olsaydı ve bunu bilselerdi belki de kendileri böyle trajediyi yaşamazlardı.

Küresel kapitalizmin neo-liberal politikaları günümüzde gelişmişlik düzeyi fark etmeden birçok ülkede önemli ulusal ve uluslararası sorunlar üretmektedir. Faşizan (sağ/popülist) akımlar gelişmiş ülkelerde bile ağırlıklarını hissettirmektedirler. Çok geniş coğrafyalarda alarm zilleri çalmaktadır. İspanya’nın geçmişte başardığı şey, deneyimlerinden dersler çıkartılarak günümüzde başkalarınca da başarılabilir. Daha da önemlisi İspanya gibi kanlı bir iç kapışmanın kurbanı da olmazlar. Yeter ki demokrasi hep umurlarında olsun!

Prof. Dr. A. Raşit Kaya


[*]Francocu devletin kuruluş ve çözülüşünün ayrıntılı bir incelemesi için bkz.: "İspanya: Faşizmden Demokrasiye”, A. Raşit Kaya, Ayrıntı Yayınları, Ekim 2019.

IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.